Yedi kere düş, sekiz kere kalk. Bu sözü ilkokul öğretmeni olan rahmetli annem duysa ilk tepkisi, ‘Allah düşürmesin evladım’ olurdu. Babam ise, derin bir iç geçirerek ‘kalkmayı da bilmek lazım hanım derdi, kalkmayı da bilmek lazım’. Evde annem, babam, hepsi öğretmen 3 teyzem ve benden 7 yaş büyük abim ile birlikte büyürken düşünce kalkmak çok kolaydı. Birinden biri tutup kolumdan kaldırıyor, canım yandıysa sıkı sıkı sarılıyor, tatlı tatlı öğütler vererek bir daha aynı şekilde düşmemem için beni eğitiyorlardı. Ne de olsa onlar ne zorluklarla o yaşa gelmişler, savaşı, yokluğu yaşamışlar, memleketi yoktan var etmişler, karneyle ekmek alıp geceleri karanlıkta kalmışlardı.
Uyandığımızda buz gibi olan evde sabahları salondaki kocaman sobayı nöbetleşe yakar, o iş kime düştü ise ‘bu yine tüttü’ diye söylenir, diğerleri ise derhal mutfakta, arka odalarda kaybolup diğer işlerin ucundan tutardı. Galatasaray Lisesine gittiği için gurur duyulan abim ağzına son birkaç lokma tıkıştırılarak zihin açıklığı dilekleri ile evden uğurlanır, herkes hızlı hızlı hazırlanıp işe doğru yola koyulurdu. O yıllarda düşünce kalkabilme, yılmazlık adına ilk öğrendiğim ders evdeki bu dayanışma oldu. Eğer kolundan tutacak birisi varsa kalkmak çok daha kolay oluyordu. Bir de hareketin, çalışmanın insana nasıl güç verdiği. Yıllar en yakınlarımızı birer birer elimizden aldıkça bu güvenlik ağı dostlarımız, çalışma ortamlarında arkadaşlarımız ile genişledi.
İlkokula başladığımda hepimiz siyah önlüklerimizle bir örnektik. İlk bakışta sanki aramızda hiçbir fark yok gibiydi. Ama dikkatli bakınca daha çok ihtiyacı olan çocuklar belli oluyordu. Bizim evdeki kadınların en gelişmiş özelliklerinden biri de buydu. Etrafa hiç belli etmeden bu farkı görmek ve derhal ellerinden geleni yapmak. Bayramlarda, yılbaşında, evde paketler özenle hazırlanır, sınıf öğretmeni ile fısır fısır konuşulur, yepyeni kıyafetlerin, güzelce paketlenmiş erzakların ihtiyacı olanlara gitmesi sağlanırdı. Eve gülen yüzlerle dönülürken biz de sıkı sıkı tembihlenirdik kimseye bir şey söylememek için. Yardımlar karşılıksızdı, ortalıkta böyle şeyleri konuşmak çok ayıptı. Hele maldan mülkten bahsetmek, para konuşmak söz konusu bile değildi. Yıllar sonra Ferzan Özpetek’in filmi Kutsal Yürek’i seyrettiğimde kalbini açmanın, evini yoksullar için bir aş evine döndürmenin, filmin kahramanı Irene’e nasıl iyi geldiğini, düştüğü yerden kalkabilmesi için hayatına kattığı bu anlamın ona nasıl yardımcı olduğunu görecektim.
O zamanlar tabletler, televizyon kanalları, saatlerce süren çizgi film yayınları olmadığından canımız sıkıldığında ilk sığındığımız liman resim yapmaktı. Kalitesiz suluboyalarla akıta akıta yaptığımız resimde boyalar birbirine karışır, resim adına yeteneğim olmadığını anladığımda da bari renklerle oynayayım deyip ortaya ebru benzeri eserler çıkarırdım. Beni her halimle seven annem babam bunları çok beğenir, duvarlara asardı. Bu amatör sanatçı girişimlerinden yılmazlık adına iki şey kaldı cebimde. Birincisi kendim olabilmekti. Bazen bir kuğu, ama çoğunlukla çirkin bir ördek. Bu halimle barışık olmak, kırılgan taraflarımı da kabul edebilmek, zor da olsa onları cesaretle sergileyebilmek. İkincisi ise, o kağıtta akan renklerin ortaya çıkardığı güzellik. Hayatım hep böyle rengarenk olsun istedim. Hayatlarımız bir ebru gibi olabilse, başka renklerle yalnızca denge bulmanın değil, harmanlanmanın peşinde olsak toplumsal yılmazlığımız da başka bir boyutta olabilir.
Bizim evde yılmazlık, düşünce kalkma tam Türk usulü idi, hep söylendiği gibi:
Ustaya sormuşlar, ‘usta her şeyi kaybettik, ne yapacağız?’ diye.
Usta: ‘Kalk bir çay koy, yeniden başlayacağız’ demiş.
Birisi hafiften oflayarak kalkar, mutfağa gidip çay koyar, mis gibi kokan çayla geldiğinde hava tamamen değişmiş olurdu. Sanırım bu güne kadar yanımda en keyifle taşıdığım yılmazlık stratejisi bu oldu, “bir çay koy, yeniden başlayalım”.
Tabii bazı kereler yeniden başlamak yetmiyor. Defalarca yeniden başlamak lazım. Geçenlerde TED’de konuşmasını dinlediğim Myshkin Ingawale, Hindistan’da bir mühendis. Kırsal kesimde çalışan doktor arkadaşının ziyaretine gittiğinde insanların, özellikle de kadınların önceden belirlenemediği için anemi yüzünden gereksiz yere öldüğünü görüyor. Anemi testi yapmaya yardımcı olacak bir teknolojiyi nasıl yarattığını anlatıyor:
“Bu ihtiyacı gördüm. Ve ne yaptım biliyor musunuz? İğne olmadan kan ölçümü yapacak o aleti yaptım. Ama işe yaramadı. 32 kere daha yaptım, sonra işe yaradı.” Myshkin Ingawale hedefine ulaşmak için defalarca yeniden başlıyor.
https://www.youtube.com/watch?v=husjsW2ZrtE
Bazen de olmuyorsa bakış açısını değiştirmek. Şener Şen filmi Av Mevsimi’nde, olayları, cinayetleri çözemediklerinde bakış açısını değiştirin diyordu takımına. Tabii sadece demekle olmuyor, nasıl değişebilir ki bakış açısı. Örneğin bir anlığına dünyaya tamamen çocuk gözleri ile bakın. Uçuruma bakma cesareti gösterin. Çıkın doğadan ilham alın. En yılmaz savaşçı doğa. Fırtınalarda, yağmurlarda kırılmayan eğilince kalkan ağaçları seyredin. Gördüğünüz şeyler karşısında saygı ile eğilin, doğa bunu hak eder. Somon balıklarının yolculuğuna şahit olun. Bir nehirde doğan somon balıkları önce inanılmaz mesafeler kat ederek denize varırlar. Tatlı sudan çıkan vücutları tuzlu suya uyumlanır. Daha sonra ise, yumurtlamak için, geçtikleri nehir yatağında, şimdi tam ters yönde, yani akıntıya karşı yüzmeye başlarlar. Karşılarına çıkan hiçbir engel onları yıldırmaz. Şelalelerle karşılaştıklarında suyun içinden yukarı zıplayarak yollarına devam ederler. 3 metrelik engelleri dahi zıplayarak aşabilirler.
Yılmazlığın sembolü bambu, bambu gibi eğilebilmek ama fırtına dindiğinde esneklikle ayağa kalkabilmek. Ama açıkçası bana yalnız kalkmak yetmiyor. Ben yılmazlığa kardelenleri daha çok yakıştırıyorum. Etrafta tek bir canlı kalmamışken karın altından başını uzatıvermek, doğru bildiğini yaparken yalnızlığı göze almak, ben önden gideyim, yolu açayım demek, umut vermek, çevreye güzellik katmak. Bence yılmazlık bir kardelen.
Her şey kontrolümüz altında değil. Krizler bazen kaçınılmaz. Ama Çinlilerin dediği gibi, kriz kelimesi fırsatı içinde barındırıyor. Japonlar kırılan objelerini altın ile birleştiriyorlar, kırılan obje çok daha değerli oluyor. Kırılan şeyler aslında yaşanmışlıkları, deneyimi taşıyor bize. Biz de kırılganlıklarımızla, deneyimlerimizle, düşünce oluşan yara izlerimizle daha değerli, daha gerçeğiz.
Peki kriz durumunda biz ne yapabiliriz. Öncelikle konuya olumsuz bakan, sizin enerjinizi emenlerden uzak durun. Sonra mizah anlayışınızı, espri yeteneğinizi hiç kaybetmeyin. Gülmek bir terapi, değme ilaçlardan daha etkili. Özellikle de birlikte gülebilmek.
Bu yılki İşte Mutluluk Konferansımızın mottosunu, bir Japon atasözü olan 7 kere düş, 8 kere kalk’ı arkadaşlarımla paylaştığımda söyledikleri ‘sadece 7 kez mi?’ oldu. Size bu yazıda krizlerden bahsedebilirim. Dünyayı, ülkemizi, hayatımızı kirleten, beni pek çok kez düşüren yüzlerce şeyden bahsedebilirim. Sadece son iki yılda Türkiye’de yaşanan terör olaylarından, dünyada yaşanan savaşlardan, radikal değişimlerden, ekonominin kırılganlığından, çevre kirliliğinden bahsedebilirim. Ama ben bugün düşmeyi değil kalkmayı seçiyorum. Bunların hayatımızı kirletmesine hayır diyorum.
DNA araştırmaları gösteriyor ki, cins, etnik köken veya ırk gözetmeksizin, insanlar %99.9 aynı. Hepimiz aynı şeyi istiyoruz; anlaşılmak, özen görmek, kendimizi bir yere ait hissetmek. Yılmaz kişiler olayları başkalarının da gözlerinden görebilenler. Eğer hayatınızda insanlardan güç almak, insan insana o bağı hissetmek istiyorsanız, karşınızdaki kişiye bakıp ‘tıpkı benim gibi’ deyin. Sonuçta tüm kırılganlıklarımızla, korkularımızla, hatalarımızla, hayallerimizle, hepimiz birer insanız. Hepimiz henüz tamamlanmamış birer sanat eseriyiz. Ama hatalı değiliz, bir bütünüz. Sadece insanız.
Rag’n’Bone Man’in dediği gibi: https://www.youtube.com/watch?v=L3wKzyIN1yk